Kadın-erkek ayırımı tarihsel bir olgudur ve bu olgu Yunan uygarlığı döneminden itibaren düşünürlerin ilgi alanı olmuştur. “Erkeklik” akıl üzerinden kurulmuş; akıl sahibi olan, aklı kullanma yetisine sahip olan “erkeklik”in karşısında akıldan yoksun olan “kadınlık” yer almıştır. Kadın toplumsal yaşamın dışında, ikincil bir cins olarak değerlendirilmiştir. Yunan uygarlığının ünlü düşünürü Platon, kadın-erkek eşitliğini dile getiren ilk düşünür olmasına rağmen ruh ve beden ikiliği bağlamında erkeği ruhla yani akılla, kadını da bedenle yani duygularla özdeşleştirerek kadını ikincilleştirmiştir. Kadının bu ikincil konumu dünya sistemi ve siyasal düşünce sistemi açısından bir kırılma noktası olarak kabul edilen Aydınlanma döneminde de değişmemiştir. Bacon, Descartes, Roousseau, Kant ve Hegel gibi birçok aydınlanmacı düşünür, genel düşünce sistemlerinde eşitlik kavramına ve eşitlik ilkesine bağlı olarak oluşturulacak siyasal, toplumsal yaşam ideallerine yer vermiş olmalarına rağmen cinsler arası ilişkiler söz konusu olduğunda yaklaşımları farklılaşmıştır. Rousseau, “kadınlık” ve “erkeklik” olgusunu akıl-doğa birlikteliği ile açıklamaktadır. Akıl erkeği, doğa ise kadını simgeler; doğa kadını simgelediği gibi düzensizliği de simgelemektedir. Doğayı düzenleyecek olan da erkek aklıdır. Ancak, Aydınlanma dönemi kendi içinde bir ikilik de barındırmaktadır. Kadın-erkek ayırımını destekleyen düşünürlerin varlığına rağmen, gene bu düşünürlerin eşitlikçi söylemlerinin etkisiyle gelişen düşünsel ortamda kadınların, toplumsal, ekonomik ve siyasal alan gibi birçok alanda var olmaları gerektiğini savunan feminist teori de gelişmiştir. Bu çalışma tarihsel bağlamda, akıl üzerinden kadın-erkek ayırımının ve bu ayırımın reddi olarak feminist teorinin temellendiriliş biçimini kaynak taraması yöntemi kullanarak açıklamayı amaçlamaktadır.
The distinction between women and men is a historical phenomenon, and this phenomenon has interested philosophers beginning with Ancient Greece. “Manhood”, established through the concept of intellect, possessing intellect and the ability to use it, was countered with “Womanhood”, lacking intellectual capacity. Women were regarded as being outside the public realm, an inferior gender. Famous Greek philosopher Plato was the first thinker to bring up the idea of equality between men and women, however, in relation to the duality of spirit and body, he identified man with the spirit, that is, the intellect, and woman with the body, that is, emotions, once again relegating women to an inferior position. This inferior positioning of women did not change even during the Enlightenment, which was a pivotal moment for the global system and the structure of political thought. Many Enlightenment philosophers such as Bacon, Descartes, Rousseau, Kant, and Hegel included the concept of equality and ideas concerning the political and social life based on the principle of equality in their overall philosophies, but when it came to the relationship between the sexes, their approach differed. According to Rousseau, the phenomena of “womanhood” and “manhood” can be explained through the coupling of the intellect and nature. The intellect symbolises men, whilst nature symbolises women; as well as women, nature is also representative of disorder. What will bring order into nature is the male intellect. However, the Enlightenment period also contained a juxtaposition within itself. Despite the existence of philosophers who support the idea of the division between men and women, feminist theory, defending that women should ve avle to participate in all areas of life including social, political, etc. was able to develop due to the intellectual sphere created by the egalitarian ideas put forward by these same philosophers. This study aims to explain the separation of men and women through the intellect in a historical context, and the foundation of feminist theory as a means of refusing this discrimination, using the literature review method.